Ankara'yı seviyorum...
Sene 1977. New
York Eyalet Yönetimi Ticaret Bakan Yardımcısı S. Doyle, kampanyasına logo sipariş etmek üzere Wells
Rich Greene'in kapısını çaldığında, kafasını benim gibi az sayıdaki Ankara fanatiğinin
epeydir cevabını aradığı sorunun harfiyen aynısı meşgul ediyordu: "Neden
kimse bu kenti sevmiyor?" Reklam şirketlerinin bu neviden işleri, eyalet yönetiminin "güzel hatırı" için, "meccanen" yapması
usüldendi. O yüzden Doyle, ne aşırı bir misafirperverlikle karşılandı, ne de
buna şaşırdı. Çay kahve faslı bekleyebilirdi; iş ki, derdine derman buluna...
İş önüne getirildiğinde tasarımcı Milton Glaser'de
uyanan ilk düşünce, Ontorio Gölüne maya çalarak sonuç elde etmenin, bu
kampanyanın başarıya ulaşması ihtimalinden daha yüksek olacağı yönündeydi. Zira
ortalama Amerikalının gözünde New York denen heyula, ağızlarda tebeşir tozu
tadı bırakan yiyeceklerinkinden daha parlak bir imaja sahip değildi.
Masasına çöktü ve angaryalarla uğraşmanın getirdiği
boğulma hissinden ruhunu kurtarmak için derin bir iç geçirdikten sonra beyaz
zemin üzerine "I LOVE NY (NEW YORK)" yazdı. Karakterler daktilonun kapital
tuşu basılı tutularak vurulmuş, "LOVE" için de hurufat yerine bir
kalp figürü fikredilmiş idi. Glaser, otuzbeş saniyeye mal olan yeni bir işleme
daha zahmet edip, önce kalp figürünü kırmızıya boyadı, ardından elindeki bu
malzemeyi "I" ve kalp figürü üstte, N ve Y harfleri aşağıda kalacak
şekilde kare şeklindeki bir çerçeveye yerleştirdi.
Milton Glaser, 1977 |
Logo o kadar çok sattı ki, sadece tişört, kupa olarak
değil, yastık, yorgan
hatta pijama ve terliklere bile basıldı. Derken, New York logosunun yaşıtı
çocuklar üniversitelerinden mezun olup eli ekmek tutmaya başladığında, 11 Eylül
hadisesi geldi çattı. Dünya Ticaret Merkezi'nin döşüne bodoslama dalan uçaklar,
küresel kapitalizm için olduğu kadar, bu logo için de bir milat noktasını
işaretliyordu. Glaser sonradan iş dünyasının mottosu haline gelecek deyimle söylersek,
bu krizdeki fırsatları kokladı ve kalbin kenarı yakıp, logonun alt tabanına da
"MORE THAN EVER" ibarelerini iliştirerek saldırıyı NewYork imajı için
ikinci bir kampanyaya vesile yaptı.
Milton Glaser, 11 Eylül’den sonra… |
Nasıl olmuştu da bu tasarım yana yakıla arananın
yerine geçmiş, tam da olması istenen ama bir türlü tarif edilemeyen o gediğe oturtulacak
taş haline gelivermişti? Sanırım bu soruya tatmin edici bir cevap bulabilirsek,
Ankara için de ümitlenebiliriz.
Her türlü akademik tartışmayı bir kenara bırakarak,
benim kestirmeden ulaştığım cevap şudur: Beyan, hissetmenin ötesine geçer. Yani
söz ile teyit, kalben benimsemekten fazla bir
şeydir. Yoksa Cem Karaca kahırdan çatallaşmış sesiyle
"Yalan da olsa söyle" diye yakarır mıydı?. Çünkü dilin kelimeyi
tatması, ilaçların etken maddesinin bünyede yol açtığına benzer sonuçlar
doğurmaktadır. Burada olan da buydu. New York eyalet yönetimi ayağa kalkıp,
mayışmış tribünlere "Uyuyan taraftar istemiyoruz!" diye seslendi.
...Ve bu kelimelerin tadının güzel olduğunu gördü.
...Ve sabah oldu.
...Ve akşam oldu.
İkinci gün...
Amerika kuzeyden ta güneye, bir anda New York fanatiği
kesildi. O gün bugündür, Birleşik Devletler'in gökkubbesinde yankılanagelen hoş
sadâ, işte bu sestir.
İstanbul, Bursa, İznik, Bilecik gibi imparatorluk
bakiyesi kozmopolit merkezlere kontrast düşecek şekilde Ankara, Samsun, Sivas
ve Erzurum'la birlikte cumhuriyet dönemi miğferini temsil ediyor. Cumhuriyetin
ideolojisi burada üretildi ve başta sabık merkezler olmak üzere bütün
"vatan sathı"na buradan tebliğ edildi. Daha da önemlisi, yeni
ideolojinin kurumları, onun kara bağrına bina edildi. Bu, bütün diğerlerinin,
onun doğrultusunu esas alarak hizaya girmesi demekti.
Emir kipinden konuşan, va'zeden ve yasaklayan
otoriteryen bir profil hangi duygularda karşılık bulursa, Ankara insanlarda
aynı duyguları kışkırtan bir kent oldu. Adı, imajı ve tınısı, askeri ve mülki
erkan ve onun "resmi hizmete mahsus" diliyle özdeşleşti. Ankara'yı
sevmek, devrimin ayrılmaz parçasıydı. Onunla aynı pakette geliyordu.
Ankara'ya karşı, samimi hislere dayanmaktan ziyade
cumhuriyet propagandasının yan ürünü olarak anlaşılabilecek bu
ilgi ve alaka, zaman içinde baskın baba figürüne beslenen duyguların başına
gelen evrime benzer şekilde aşınarak eskidi. Nihayet lakırdısına pek aldırış edilmeyen,
çenesi düşük ihtiyarlar gibi muamele görmeye başlayacağı günler de uzakta
değildi. Aslında değişen pek bir şey yoktu. Ankara, siyasi aygıtın bütün
bileşenlerini, bir araya toplanmış halde bünyesinde barındırmaya devam
ediyordu. Buna rağmen, özellikle tek parti döneminin kapanmasını takip eden süreçte,
"devletin asli sahipleri"ne yönelik eleştirinin sözcülüğünü üstlenen
merkez sağ kitle partilerince adı, imalı cümleler içinde ve üçüncü tekil
çekimlerinde tecrübe edilmeye başlandı. Bundan böyle Ankara, bürokrasinin akıl
sır ermez labirenti, "mevzuat hazretleri"nin öteki adıydı.
12 Eylül'ü, emir-komuta zinciri dairesindeki iade-i
itibar denemelerinin sonuncusu sayabiliriz. Deneme tamamen
sonuçsuz kalmış da sayılmaz. Mesela, o dönemde futbolun en üst liginde hiç bir
Ankara takımının bulunmamasının ondaki olağanüstü hal dönemlerine has cazibeye getirdiği
halel, cuntanın tadını kaçırmıştır. Kadı kızlarına mahsus bu minik kusur,
Türkiye Kupası'nı kazanan ilk 2. Küme takımı olan Ankaragücü lehine istisnai
bir düzenleme yapılmasıyla cımbızlandı. Askeri cuntanın ferman tadındaki
kararnamesiyle Ankaragücü terfi ettirilince 1981-1982 futbol sezonunda Türkiye
1. Ligi 16 yerine 17 takımla oynatılmak zorunda kaldı.
Velakin, darbeden seçkinci sivil-asker kastın
güdümünde siyasetler üstü otoritenin ihyasını bekleyenler, Özal döneminde
kabarıp taşan neo-liberal dalganın sellerine kapılana kadar yanıldıklarını anlayamadı.
Bundan böyle Ankara'ya, hantal, miskin, bunak, katılaşıp kalmış, burnuna konan
sineği bile kovmaktan aciz bir düşkün imajı layık görülecekti. İş bitirici
siyaset vasatında "dünyaya Ankara'dan bakmak" deyimi bir vizyonu
değil, rakibini düelloya davet eden polimikçilerin cüretine aşırılık katmak
için kullandıkları bir ithamı iletiyordu. "Sığ düşünceli" dendiğinde
tahammülsüzlüğe yol açmayan hakaretler, bu şekilde söylendiğinde pekala
kavgalara vesile olabiliyordu. Sanki Ankara topuzlu bir pranga olmuş,
Türkiye'nin dünyayla bütünleşme hamlesine direniyordu.
Cumhuriyet nasıl "Ankara sevgisi"ni
anonimleştirdiyse, küreselleşme dalgası da onunla araya mesafe koyma eğilimini
yaygınlaştırıp kökleştirdi. Ankara'dan kendini sakınmak o kadar yerleşik bir
tutuma dönüştü ki, 2004 Eurovision Şarkı Yarışması Finalleri için aday gösterildiğinde
Ankaralıların İstanbul'a verdiği destek, İstanbul'da yaşayanlarınkinden bile
büyüktü. O dönemde medyada yayınlanan haberlere göre bu organizasyona Ankara,
Ankaralılar nezdinde ikinci seçenek olmaya bile layık bulunmadı. Eğer Eurovision
yarışması İstanbul olmayacaksa münasip görülen alternatif Antalya'ydı. Ortalama
Ankaralı neredeyse mazoşist bir tutum sergiliyor, organizasyon için rakipleriyle
yarışmayı aklına bile getirmiyordu. Madem dünyaya Türkiye'deki güzellikleri
göstermek lazım, o halde İstanbul olmuyorsa Antalya uygun düşerdi.
Peki, "aslen Ankaralı olmak" diye bir şey
hiç olmadı mı? Dahası Ankara, pek çoğumuzun dünyaya gözünü açtığı, üniversitesinde
okuduğu, iş güç sahibi olup, ekmeğini yediği memleket değil mi? Alnımızdaki ergenlik
sivilceleriyle başetmeye çalışırken, biz bu şehrin sokaklarında, caddelerinde
sürtmedik mi? Flörtler, cilveleşmeler, aşklar değilse, bir ibadet rutiniyle
sinemalarını tiyatrolarını, konserlerini tavaf yeterli sayılmıyorsa, bizi
Ankaralı yapacak olan nedir? Kimsenin üstelemesine lüzum kalmadan, Ankara'yı
sevmenin imkan ve şeraiti kalmamış mıdır?
Bunu anlamanın yolu, tıpkı otuz küsur yıl önce New
York Eyalet Yönetiminin yaptığı gibi tribünlere elektrik vermekten
geçiyor. Tıpkı dile gelmek için bahane ararken Milton Glaser'in tasarımında yakaladığı
fırsatı mucizeye çeviren mesaj gibi, belki Ankara'ya da kendi sözünü söylemek için bir bahaneden
fazlası lazım değildir. Sönmüş ateşinin küllerini eşelememiz gerekse bile,
yüreğinin derinliklerini kazıp, o bir çift sözü gün yüzüne çıkarmalıyız.
Logo Tasarımı: Ankarayı seven reklamcılar, 2003
Logodaki kalbe saplanan ok, Ankara’ya ismini veren
çapa (Anchor)
|
Ben bir Ankaralı olarak, İstanbul'u hep sevdim.
Antalya'yı, Bursa'yı, Adana'yı ve Kayseri'yi de... Ben, Kars'ı, Diyarbakır'ı, Mardin'i ve Hatay'ı da her zaman sevdim. Tüm Türkiye'yi Ankara diye sevdim.
Bunca nutuk ve bunca
ahkamdan çıkan gürültü arasında fısıldayarak kulağıma söylediği odur. Ankara
beni seviyor. Ankara, seni seviyor. Biliyorum...
...
Katkıları için Yusuf Al'a teşekkürler.
...
Katkıları için Yusuf Al'a teşekkürler.